26 Ocak 2013

Dubai - Ne yeriz ne içeriz?


Akşam napıyoruz????



En baştan bir hevesinizi kırayım, sonra hayal kırıklığına uğramayın - Bir İstanbullu olarak Dubai'nin gece hayatından kolay kolay etkilenebileceğinizi zannetmiyorum. Deniz kenarı olması dışında çok fazla doğal güzellik barındırmayan, halen bir şehirden çok büyük bir şantiyeyi andıran, yürürken arasında kaybolabileceğiniz dar, Arnavut kaldırımlı sokakları halen yapılmamış, belki hiç yapılmayacak, yollarında bisiklete binip parklarında yürüyebileceğiniz değil; bir yerden bir yere gitmek için, Pakistanlı taksi şoförleriyle devasa ciplere binen görgüsüz Arapların kapıştığı, yedi şeritli ve hız kontrollü otobanlarına muhtaç olduğunuz bir şehirden bahsediyoruz.

Lüks ve görkemli yaşam Dubai'nin mottosu. Dünyanın en büyük alışveriş merkezi, dünyanın en yüksek kulesi ve onun bilmem kaçıncı katındaki dünyanın en yüksek restoranı -- Mekana asansörle çıkarken kulaklarınız tıkanıyor! -- Dubai, bir büyüme stratejisi olarak, kendisini bu tip extravaganza'larla özdeşleştirmiş ve uluslararası platformda kendisini yatırımcılara ve potansiyel sakinlerine, hayatlarında başka bir şehirde sahip olamayacakları kadar pırıltılı bir hayat sunarak pazarlayan bir şehir. 

Bu stratejinin doğal bir sonucu olarak da, yeme-içme seçeneklerinizin bir çoğunu, şaşaalı oteller, fine-dining tadında restoranlar, süslenip püslenip gidilen gece kulübü ve barlar oluşturuyor. Elbette bunların arasında çok zevkli, çok kaliteli opsiyonlar var ama, arada sırada süslenip püslenip dışarı çıkmaya hiçbir itirazı bulunmayan ben, daha sade, basit ve otantik yerler aradığımda oldukça hayal kırıklığına uğradığımı hatırlıyorum. Zaten gördüğünüz başka bir şehirle Dubai'yi sakın kıyaslamayın, burası başka bir gezegen! Avrupa, veya New York ya da İstanbul'da bir dar sokakta, eski bir kitapçının yanında gizli saklı duran minik bir patisserie --- falan gibi bir hazine bulmaya çalışmayın, hayal kırıklığına uğrarsınız. 

Bu şaşaalı seçenekler sizi mutlu etmeye yetecekse ne ala! Ama biraz daha otantik, kendine özgü, "Doğu'da" olduğunuzun hakkını verecek bir ambiyans arıyorsanız biraz daha emek lazım... böyle bir alternatif de mümkün. Genelde expat'ların pek fazla gitmediği, turistik bir mahalle olan Bastakiya bölgesindeki birkaç cafe, sahilin karşı kıyısı Deira'ya geçmek için abra adı verilen toplu taşıma tekneleriyle yapılan kısa bir yolculuk, karşı kıyıda muşambadan masa örtülerinin olduğu bir Yemen restoranı ve tekrar öbür kıyıda denize sıfır bir nargile kafe, şehrin öbür ucundaki ışıltılı hayattan çok uzak ama bana Ortadoğu’da olduğumu hatırlatan alternatif, kişisel ve son derece seyyar seçeneklerdi. Ayrıca Dubai'nin yüzbinlerce Batılı expat otursun diye toplu konut zevksizliğiyle, büyük bir bölümü Türkiye'de de faaliyet gösteren Emaar şirketi tarafından inşa edilen Dubai Marina bölgesi yapılmadan önce şehrin merkezi sayılan "Bur Dubai" semtinde daha eski, daha az görkemli otellerinin arasında da çok ilginç Hint, Japon, Kore, hatta Kuzey Kore ve Tayland restoranları mevcut. Alışverişten başınızı kaldırabilirseniz Dubai'nin bu yüzünü de görmenizi tavsiye ederim.

Dubai ile ilgili sıkça duyduğum bir cümle -- ki bu genelde burayı ziyaret etmemiş arkadaşlardan geliyor -- ''Dubai'de gidecek yer yok, restoranlar hep otellerde''. Evet, bu doğru ama bunun bir sebebi var. Burası şeriat ile yönetilen ve sokaklarında içki içilmesi yasak olan bir ülke. Lakin yukarıda bahsettiğim strateji nedeniyle içerisinde yüzlerce restoran ve bar olan onlarca otel yapılmış ki ülkeye gelen turist ve burada yaşayan expatlar rahatlıkla yesinler içsinler. 
One & Only Dubai
Üstelik otellerin kapladığı alanlar da bizim alıştığımızın beş on katı. İçindeki restoranları çok sevdiğim One & Only Royal Mirage oteli, Nişantaşı'ndaki Teşvikiye Caddesi ve iki yanındaki binalardan daha büyük bir alanı kapsıyor -- içinde onlarca ve değişik mutfak sunan restoran ve çeşitli barlar var ve bunların hepsinde içki servisi yapılıyor. Otel varsa içki vardır, işin püf noktası bu ;)

Bunun dışında finansal serbest bölgelerde de içki servisi yapan restoranlar mevcut. Pek çok bankanın, broker ve trader şirketlerin ofislerinin bulunduğu DIFC, yani Dubai International Financial Center, bunun en iyi örneklerinden; bu kompleks aynı zamanda Dubai'nin uluslararası en iyi 100 restoran listesine girebilen iki restoranına da -- Zuma ve Le Petite Maison -- ev sahipliği yapıyor. 

Bir-iki tavsiye; 


800 Pizza Dubai Marina
Otantik bir yer arıyorsanız Bur Dubai'deki Al Mataam Al Yemeni, gene aynı bölgedeki Bayt Al Wakeel -- bunlar salaş ve daha Ortadoğu’da olduğunuzu hissettirecek opsiyonlar. Fine-dining için Al Qasr oteldeki Pai Thai -- muhteşem bir ambiyans veya Le Petitte Maison. Gene Bur Dubai'de süper ve mütevazi bir Japon, Kisaku. Daha lüks olsun derseniz Grand Hyatt'ta Kiku. Okku da lüks mekanlar arasında popüler bir seçim ama yemekleri benden geçer not alamadı, karar sizin. 

İyi pizza için Souk Madinat'taki Toscana, Marina'daki 800 Pizza veya La Veranda. Muhteşem et için gene Souk Madinat'taki Meat & Co veya Souk al Bahar'daki Rivington Grill -ki buradan Dubai Mall'un su şovu da izlenebilir. Balık ve arak - bizim rakının Ortadoğulu kuzeni- için Flooka iyi bir adres. Üstelik sonrasında Sho Cho'ya geçilebilir ki bizim Anjelique benzeri hoş bir mekan. Gece çıkması sonrasında dürüm için tek adres Zataar Zeit.

30 Eylül 2011

Dubai'ye taşınıyorum....taşındım!

Uçak yolculuklarının en sevdiğim anlarından bir tanesi, pilotun şehir üzerinde bir dönüş yaparak, yolculara adeta bir 'sneak preview' verdiği kısım --- hanfendiler, beyefendiler, işte az sonra bu gördüğünüz güzeller güzeli şehre ineceğiz. İster ilk defa geldiğimiz, ister defalarca ziyaret ettiğimiz bir şehir olsun, hiçbirimiz pilotun bu ikramını reddetmez, yüzümüzü uçağın minicik penceresine yapıştırırız.

16 Ekim 2010 sabahı ben de Emirates Havayolları'nın uçağında burnunu cama yapıştırmış pek çok yolcudan birtanesiydim. Yalnız ufak bir sorun vardı; pilot 15 dakika önce inişe geçmiş olduğumuzu anons etmesine rağmen altımızda boylu boyunca uzanması gereken şehri göremiyordum! Uçağımız puslu, kırık bir maviliğin içerisinde, sonu görünmeyen sapsarı bir arazinin üzerinden yol alıyordu. İnişe herhalde daha 15-20 dakika olduğunu düşünüyordum ki, birdenbire sağ tarafımızda terminal binası beliriverdi ve biz inmiş bulunduk!

Uçak yolculuğunun bu en sevdiğim kısmını bana çok gören, kibar sesli, Londra aksanlı kaptan pilotumuz değil; nadide şehrimiz Dubai'nin 45 derece, yüzde 80 nem'den dolayı müthiş puslu havasıydı.

Yaklaşık 26 senem, İstanbul'un güneşe de, kasvetli gri havalara da, yağmura çamura, hatta kara bile hasret bırakmayan mevsiminde geçtiği için, bir yerin havasının insanın hayatında ne kadar önemli olabileceğini yurtdışına taşınana kadar kavrayamamıştım.

Ne zamanki gözünü sevdiğimin Londra'sının bazen haftalarca güneş yüzü göstermeyen, Temmuz ayında kazak, yağmurluk, bot üçlüsüne mahkum eden ve vitrinlerdeki yaz kıyafetlerine melül melül baktıran ikliminde yaşamaya başladım, anladım ki, hava durumu bir şehrin rezil mi vezir mi olduğuna karar verebilir.

İçinizden, 'Dubai de gerçekten güzel havanın peşinden koşan birinin tam da gideceği yer' dediğinizi duyar gibiyim!!

Buyrun, asfaltta yumurta pişirmeye....

I am the weather woman!

'Yani, ne kadar sıcak?' benim en çok sorduğum soruydu taşınmadan önce.

Dışarıya adımı attığım anda üstümdekilerin su içinde kalacağı kadar mı sıcak? Alışveriş merkezinin otomatik kapıları açıldığı anda güneş gözlüklerinin camlarının buharla kaplanacağı kadar mı nemli? Ya da arabanızı açık otoparka bırakma gafletinde bulunursanız, 10 dakika sonra döndüğünüzde ne araba oturmanın ne de direksiyonu tutmanın tamamen imkansız olacağı kadar mı sıcak?

EVET!

İlk başlarda bir şehir efsanesi duymuştum hatta; adamın birisi kendine bir yardımcı tutmuş ve bu kişiye ofisten çıkış saatinden yaklaşık 15 dakika önce gelmesi, arabasını çalıştırması ve soğutması için her gün para ödüyormuş. Normal iklimlerde yaşayan arkadaşlara abes ve gereksiz bir lüks olarak görünebilecek bu servis Dubai'de bir endüstriye dönüşebilir!

Şöyle özetleyelim:
Ekim'den Nisan sonuna kadar hayat parmak arası terlikle geçebilir.
Mayıs da idare eder. Haziran'dan itibaren hayat yavaş yavaş içerilere taşınıyor.
Sıcağa dayanıklıysanız güneşlenebilirsiniz belki -- şaka yapmıyorum -- ama denize girmeyi düşünmeyin, zira deniz 37 derece. Güneşin altında sıcak banyo almayı kim ister? Soğutulmuş havuzlar bir opsiyon. Bunun dışında hayat, alışveriş merkezi, arkadaşlarınızın evi, kapalı restoranlar ve DVD koleksiyonunuzu genişletmekle geçiyor.

Olur ki yolunuz düşerse ve alışveriş merkezlerinden birinde dolaşırken, 'dışarısı 47 derece ama ben içerde hırkayla oturuyorum, bu nasıl iş?' diye merak edenlere çevreci bir dipnot: Birleşik Arap Emirlikleri dünyanın kişi başına karbon salınımı en yüksek olan bölgelerinden birisi. Son 10 yılda büyük bir patlama yaşayan -- ve 2009'da da batmanın eşiğine gelen -- bu şehirde, iklim sanki 45 derece değilmişçesine yapılmış pek çok yapı var. Haliyle dünyanın en yüksek kulesini, dünyanın en büyük alışveriş merkezini ve bu aşırı sıcağın ortasında kapalı bir kayak pistini soğutabilmek için harcanan elektriğin haddi hesabı yok. Dubai emirliğinin verilerine göre, yaklaşık 2 milyon nüfuslu şehrin 2010 yılının yaz aylarında kişi başına harcadığı elektrik 47 milyonluk İspanya'nın harcadığından üç kat daha fazla.

Neymiş? Hırkasız çıkmıyoruz!

24 Eylül 2011

Yola çıkıyoruz...

Güzel şeydir seyahat etmek...

Birkaç günlüğüne veya haftalığına, alıştığınız, hatta belki sıkıldığınız rutininizden kaçarsınız...Bazımız için değişik yemekler yemek, aynı gökkubbenin altında bambaşka bir manzaraya bakmak, kimsenin anlamayacağını bilerek Türkçe konuşmanın hafifliğini hissetmek; dünyanın çeşitliliği karşısında farkında olmadan şapka çıkarmaktır...Bazılarımız için, ofis-ev-en yakın arkadaşın evi-gece çıkmak için hep gittiğiniz bar-en sevdiğiniz restoran çemberinde bir kırılma, hayatınıza uzak diyarların getireceği taze bir soluk, yeni bir bakış açısıdır belki de...

Ama ne olursa olsun, çoğumuz, eninde sonuna yuvamıza dönmeyi isteriz. Bir süreden sonra vücut, maceranın adrenalini yerine güvenli rutinini, sağına soluna baktığında, önündeki yemekten bir çatal aldığında tanıdıklığı hissetmek ister...ve döneriz. Seyahatin güzelliği, tadında kalmasında, eninde sonunda yuvaya dönüleceğinin bilinmesinde de saklıdır.

Yaklaşık olarak 4,5 yıl önce İstanbul'dan Londra uçağına bindiğimde bir haftasonu Avrupa kaçamağına veya bayram tatilinde kendini alışverişe vurmaya giden bir tatilciden farkım yoktu. Sadece overweight ödemiş ve dönüş bileti almamıştım. Ama kendim de, tek yön biletin ne demek olduğunun farkında değildim. Daha önceleri pek çok defalar gittiğim ve her seferinde ayrı sevdiğim bu kasvet havalı şehirde artık sürekli yaşayacak olmanın verdiği heyecana yenik, damarlarımda adrenalin tepe noktasında, inişi bekliyordum.

O günden bu yana, 2 şehire daha önce yabancı gözlerle bakıp, sonra onlarin tanıdığı oldum. Şu an, üçüncü şehrim olan Dubai'de yaklaşık 1 senedir ikamet ediyorum ve bilinen ama yaşanana kadar idrak edilemeyen bir gerçeği tekrar etmek isterim ki, bir şehre gezmeye gitmekle orada yaşamak arasında dağlar kadar fark var.

Bu yazılar, yurtdışında yaşayan veya yaşamak isteyen, yurtdışında yaşamakla ilgili benim zamanında yaptığım gibi 'romantik' hayaller kuran arkadaşlara, yaşanmışlıklardan örnek vererek nacizane bir akıl verme, 'ben ettim siz etmeyin' tadında yol gösterme, başlangıçta hepimizde olan 'sudan çıkmış balık' hissini giderme ve iyice globalleşen dünyanın kaçınılmaz yan etkisi olan kültür şoklarını en hafife indirme çabasından ibaret...

Bavulunuzdan mutluluk ve heyecan eksik olmasın....